entellektuel tek kişilik komünite.

Cuma, Temmuz 07, 2006

Ursula K. Le Guin'in Mülksüzleri üzerine



Yazarın “bugün ve burada”sına alternatif bir “bugün ve burada” tasarlayan ve bunu yaparkende anlatıyı “bilimsel olarak yanlışlanamaz.” bir çerçeveye oturtan bilimkurgu yabancılaştırma tekniğini kullanır. Bilimsel çerçeve aslında evrensel ve sosyolojik bir olgunun metaforudur. Örneğin H.G. Wells'in aya gidiş öyküsünün ekseni bunu mümkün kılan araçtan ziyade – ve onun bilimselliğinden- başka canlılarla karşılaşılınca verilen tepkileri kurgulamak; kızılderili ve siyahlara yapılanları eleştirmektir. Ayda geçmesi bir yabancılaştırmadır ve böylece bir farkındalık kazanır ve anlatıyı didaktik olmaktan çıkarır.

Bilimkurgunun bir alt dalı olan ütopyalar 1926 yılında tanımlanmış olan bilimkurgudan çok önceye, Platon'un Devlet'ine dayanır. Yazarın içinde yaşadığı toplum düzenine alternatif daha mükemmel bir toplum tahayyülü vardır ütopyada. Örneğin Thomas Moore'un koşullarına göre ütopya olan düzen kadın ve kölelerin durumu nedeniyle bugünün koşulları veya yazarlarınca ütopya olarak algılanmaz. Ütopyaların önemi bir edebiyat metininden öte politik bir eleştiri olmalarıdır. Mülksüzler bu yanıyla bir ütopyadır.

Ütopyalar gerçekleşir olmaya başladığında bunların olumsuz yanları görülmeye başlanmış ve 1920'de ilk distopya yazılmıştır.( Sovyetler eleştirisi olan Zamyetin'in “Biz” romanı.) Le Guin'in anarşist Anarres'in düzenini olumlamaması ve onun ötesine geçmesi yönüyle Mülksüzler aynı zamanda bir distopyadır.

Çoğunlukla toplumun geri kalanından izole bir toprak parçasında, yazarın eleştirdiği kötülüklerin olmadığı, mülkiyet ve aile kavramlarını dışlayan düzenlerdir ütopyalar. Bunun yanısıra yazarın tamam ve değiştirilemez kurgusu totaliter bir yan da taşır. Termodinamiğin 2. yasasına göre kendi haline bırakılan her şey komplike, düzenlenmiş formundan daha basite indirgenir. Bu yasa doğrultusunda ütopyacılar hiçbir şeyi kendi halinde bırakmaz, düzeni korumak için otoriter bir güç bulunur. Mülksüzler'in eleştirdiği bir başka durum ise ütopyaların bu totaliter yapısıdır.

Mülksüzler romanında anarşist-sosyalist Anarres'liler hiçbir şey üzerinde mülkiyet kurmazlar ve hiçbir güç tarafından yönetilmezler; devlet, patron, yönetici vs. Romanın evreni ikilibir sistemden meydana gelmiştir: özgür, sınıfsız ve anarşist Anarres ve ikiz kardeşi devletçi, kapitalist Urras. Ayrıca Le Guin tüm ütopyalraın refah üzerine kurulmasını da eleştirir ve kendi ütopyası Anarres'i kötü iklim ve verimsiz toprak nedeniyle kıtlık ve yokluğun paylaşıldığı bir yer olarak tasarlar.

Romandaki gerilim “varolan” ve “ütopya” arasında değildir. “Ütopya” ve “ütopyanın sınırları” arasındadır. Le Guin sıradan bir anarko-sosyalist tavırla gününü eleştirmez veya bu yolla çizilmiş bir toplum önerisi sunmaz; aksine bu tavrı eleştirir ve ütopyanın çizilmesini bir ölçüde okuyucuya bırakır, böylece ütopyaların oluşturulmasında ve kurgulanmasında oluşacak tüm otoriteyi de kırmış olur. Ayrıca “bugün”den alternatif topluma -ütopya- eden ve onu kabul eden karakter ile okuru özdeşleştiren ütopyaların aksine Mülksüzler'de tersine bir yolculuk vardır. Ütopik bir toplumdan öyle olmayana gider Shevek. Böylece Le Guin yeni topluma eski toplum üzerinden, ütopyaya varolan üzerinden ulaşılabiliceğini söyler. Frankfurt okulu'nun hayali ve mükemmel bir toplum tasarlamaktansa (aşkın eleştiri) varolan toplumun kendi içinde ve kendine dönük bir eleştirisi ( içkin eleştiri) yapılarak ütopyanın tasarlanması gerektiğini söylemesine benzer bir durum söz konusudur.


Le Guin'in anarşist ütopyalara bir eleştirisi de ütopyaların belirlenmiş, yazarlarla son sözü söylenmiş ve “duvarlarla” sınırlanmış olmasıdır. Yazara göre her ütopya sadece insanlar değil duygu sahibi her canlının kuşatıldığı birleştirici bir bütün olmalıdır. Le Guin ütopyayı bitmiş, belirlenmiş ve sınırlanmış olmayan bir “ütopya” ya basamak olarak tanımlar. Bu ütopya anlatıda yoktur. Anarres-Urras karşıtlığı okuyucuya Anarres'i mutlak amaç olarak sunmaz. Belki de bu Le Guin'in anarşizminden kaynaklanıyor. Anarres'in “değiştirilebilirliği” orayı okur için gerçek yapar. Shevek,Takver, Ketho ve Bedap - Urass'ın asileri ve Anarres'in muhalifleri- nötr sağlam bir ikili dünyayı ayakta tutar. Le Guin Shevek'in yolculuğuyla kapitalist-devletçi dünyayı, Urras'ı eleştirir ve mükemmel olmasa da iyi olarak sunabiliceği Anarres'in de totaliteryan ve izolasyoncu kapalılığını tenkit eder.

Shevek karakterinin ikili geri dönüşünü ( biri eski dünyaya-Urras- diğeri evine -Anarres-) ileri gidiş olarak okuyabiliriz. Çünkü Shevek'te (okur da) başlangıçta sahip olduğundan geniş bir pratik ve bilişsel farkındalık vardır.

Le Guin o zamana kadar yazılmış anarşist ütopyaların aksine bir ütopya kurmaz ve eksik bir paradigma olarak bırakır. Sabit, mutlak, statik bir ütopya tanımından kaçarak insan edimlerinin ulaşabileceği bir şey yapar ütopyayı. Son cümle olarak, Le Guin'e göre ütopya belki de art arda gelen değillemelerle anlam ve amaçlarını yeniden üreten kişilerin hem kendini hem evreni değiştirmeleri üzerine kurulu bir umuttur.



Kaynaklar:

      • Science Fiction Studies, SFS Publication, 1984

      • Ursula Le Guin, Mülksüzler, Metis yayınları, 1998

      • Bülent Somay

Perşembe, Temmuz 06, 2006

Kafka Büyüksün



Bundan 4 ya da 5 sene evvel-tabi toyduk o zamanlar, gençtik, heyecanlıydık- boktan, sigara dumanlı, kötü çayı olan bir cafede saatlerce oturup geyik yapardık. Geyik dediysem de sadece dalga amaçlı değil arada ciddi konular tartışır sanattan, sinemadan, edebiyattan bazen de politikadan olmak üzere beynimizi ütülerdik karşılıklı. O zamanlarda -ah nostalji- bir ara konu döndü dolaştı Kafka'ya geldi. Çoğu kişinin bildiği Kafka'nın eserlerini yakması için arkadaşına verdiği, arkadaşının onları yakmaması ve bastırması ile ilgili münakaşa etmekteydik. Konunun ekseni Kafka'nın yazma sebebinin onları başkası okusun diye mi yoksa yazmak için yazdığı mı idi; ya da buna benzer birşey. Ben o zamanlar Kafka sever olarak gerçekten yazdıklarının yakılmasını istediğini arkadaşına verirken onları gerçekten yakması istediğini savunmaktaydım. Arkadaşlarım ise arkadaşının onları yakmayacağını bildiğini ve o yüzden ona verdiğini söylüyorlardı. Daha sonraları ben de yazdığım şeyleri yazma ihtiyacını tatmin için mi yoksa başkaları okusun diye mi yazdığımı bilemeden yazılar yazdım. Hatta başkalarının okumasını istemediğim çok yazılarım olmuştur. Ama yazarken düşününce insan fark ediyor ki, yazmak zaten ötekinin okuması için yapılan bir eylem. En uç örnekte bile misal yazıp yazdıklarını derhal buruşturup atmak, ne bileyim yakmak, üstüne sifonu çekmek; bütün bunlarda bile yazarken başkaları okuyacakmış gibi yazıyorsun. En azından kendin yazarken bir yandan da okuyorsun.

Neyse efendim gecenin ikisinde ilk defa bir blog açıp oraya ne yazayım diye düşünürken bu olay aklıma geldi. Büyük ihtimalle kimse bu yazılanları okumayacak. İnternetin kullanılmayan sayfalarından biri olarak kalıcak belki. Ama ben genede Kafka kadar pesimist olmadan yazdıklarımı yayınlıyorum. Ha kimse görmez hiç reklamını yapmam buranın, arkadaşlarıma lan bakın site açtım gelin demem, millete mesaj atıp bak link değiştirelim diye yaltaklanmam, ekşisozluk'e link koymam ama en azından yayınlıyorum. Bir ara çıplak hatun fotogaflarından bir site yapmayı düşünüyordum arkadaşlar girsin baksın diye, fakat becerememiştim. Belki bu blog olayını beceririm. Üşenmez de arada bir yazarım. Başkaları, ya da kendim için. Öteki için.

Büyük adamsın lan KAFKA.

Frankenstein ya da Prometheus



Frankenstein miti 1816 yılında bazı aristokratların vakit geçirme amacı ile doğaüstü ve korkunç hikayeler yazıp birbirlerine okuması sırasında doğar. Marry Shelley tarafından yazılan roman daha sonraları sayısız defa tiyatro ve sinema tarafından uyarlanacak, olay örgüsü çeşitli diğer yapıtlara örnek olacaktır.

Sinemada ilk olarak 1910 yılında kendini gösteren Frankenstein daha sonra çeşitli dönemlerde ortaya çıkacak ve varlığını günümüze kadar sürdürecekti. 1920li yıllarda küçük bir stüdyo olan ve genellikle korku janrında filmler üreten Universal daha sonra Drakula ile yaşadıkları büyük bir başarının devamında 1931 yılında Frankenstein'ı çekecek ve bugün bile herkesin ilk aklına gelen düz kafalı, boynunun her iki tarafında civata olan Frankenstein'ın canavarı ikonu meydana gelecekti. Universal Stüdyoları Frankenstein filminden kazandıkları başarılar ile bir sürü devam filmi çektiler ve 1948 yılında son film ile seriye noktayı koydular(1).

Yaklaşık on sene sonra İngiliz korku filmleri şirketi Hammer Studios Frankenstein'ı yeniden beyaz perdeye taşıyacaktı, tabi büyük farklarla. Universal'ın aksine odak noktaları yaratık değil Frankenstein'ın ta kendisi olacak ve devam filmlerinde yaratık değişse de Dr. Frankenstein'ı bir film haric hep aynı kişi Peter Cushing canlandırcaktı.

Bu yazı devamında iki stüdyonun ilk örneklerini kısaca inceleyecek, benzerliklerini farklılıklarını ortaya koyarak, filmlerin devamında türe etkilerine değinecektir.

Frankenstein (1931)

Film mezarlıkta bir adamın cenaze merasimi ile başlar. Ölünün gömülme işlemi bittikten sonra kenarda bekleyen Frankenstein ve yardımcısı saklandıkları yerden çıkarak ölüyü mezarından çıkartır ve yanlarına alırlar. Frankenstein ve yardımcısının konuşmalarından yeni bir insan dünyaya getirmek için eksik olan parçanın insan beyni olduğunu anlarız. Daha sonra üniversiteye beyni çalmak için gönderilen asistan Fritz normal beynin olduğu kavanozu parçalar ve üzerinde anormal beyin yazan bir suçlunun beynini alır. Bu sırada Frankenstein için endişelenen nişanlısı yanına Victor ve Frankenstein'ın üniversiteden profesörü olan Dr. Waldmann'ı da alarak Frankenstein'ın deneylerini yaptığı yere giderler. Frankenstein'ın yaptığı ölüyü canlandırma deneyinin başarısına tanıklık ederler. Ortaya çıkan yaratığın çirkin ve aptal olması sonucundan üzülen Frankenstein onu bir hücreye kapatır. Yardımcısı Fritz'in işkencelerine dayanamayan yaratık onu öldürür. Frankenstein yarattığı canavarı yok ettiğini düşünerek evine döner ve nişanlısı ile düğün hazırlıklarına başlar bu sırada Dr Waldmann'ı öldürerek kaçan yaratık daha sonra istemeden küçük bir kızın ölümüne sebep olur. Düğün eğlencesinde olan halk öldürülen kızın babası ile köye gelmesi ile galeyana gelir ve yaratığı avlamak için toplanırlar. Yaratıcısı ile karşılaşan canavar onu alarak eski bir değirmene götürür ve oradan aşağı fırlatır. Değirmenin kanadına çarpıp düşme hızı yavaşlayan Frankenstein kurtulur, halk ise değirmeni yakarak canavarın ölümüne sebep olur.


The Curse of Frankenstein (1957)

Film Baron Frankenstein'ın hapishanedeki hücresinde idamı beklerken hikayesini rahibe anlatmasıyla başlar. Çocuklukta Krempe ile yaptığı deneyler sırasında ölü bir köpeği tekrar hayata döndürmüşlerdir. Seneler sonra asılmış bir adamın vücudunu çalarlar. Frankenstein çeşitli uzuvlar satın alır ve geriye eksik kalan tek şey bir dahinin beynidir.

Bir gece eski hocası Prof. Bernstein'ı evine çağırır ve onu merdivenlerden iterek öldürür ve buna kaza süsü verir. Bernstein gömüldükten sonra mezarını açarak beynini çalar. Krempe onun deneylerinin parçası olmak istemez, onu Bernstein'ı öldürmekle suçlar . Aralarında tartışma yaşanırken beyin hasar görür ama Frankenstein beyini kullanır ve ortaya çıkan doğuştan kötü, konuşmayı beceremeyen ve yaratıcısını ilk gördüğü anda boğazlamaya çalışan yaratıktır. Daha sonra yaratık ağaçlık araziye kaçar ve orada kör bir adamı öldürür. Onun peşine düşen Krempe ve Baron onu kafasından vururlar.

Krempe'nin ısrarlarına rağmen Frankenstein yaratığı tekrar düzeltmeye çalışır. Baron'un yardımcısı Justine labrotuvara gizlice girer ve yaratığı görür. Frankenstein onu oraya kilitler ve Justine'in ölümüne sabep olur. Nişanlısı Elizabeth ile evlenen Baron düğünden sonra Elizabeth'in labrotuvara girmesi ve canavar tarafından esir alınması sonrası eşini kurtarmaya çalışırken yanlışlıkla onu vurur ve canavarı ateşe verir. Canavar çatıdan düşerek ölür.

Tekrar hapishaneye döndüğümüzde Baron arkadaşı Krempe'den anlattığı hikayeyi doğrulamasını ister fakat Krempe sessiz kalır. En sonda Frankenstein'ın idam edileceği giyotini görürüz.

1931 yapımı Frankenstein adlı filmde Dr Frankenstein genç, idealist, insanlığa hizmette bulunmak arzusunda biri olarak gösterilirken The Curse of Frankensteinda ( yazının devamında CoF olarak geçecektir) Frankenstein 40'lı yaşlarında aristokrat, egoist yaptığı deneyin başarılı olması için insan öldürmekten bile çekinmeyen kötü biri olarak karşımıza çıkar.

Frankenstein(1931) filminde yaratık korkutucu görüntüsünün altında naif bir yan taşıyan adeta yeni doğmuş bir bebek gibi dünyayı tanımaya çalışan birisidir. İlk güneşi gördüğünde ona elleri ile dokunmak için uzanır. Ateşten korkar. Dr Weldmann onun beyninin suçlu beyni olduğunu ve kötülük yapmasının normal olduğunu söyler. Ona göre derhal yok edilmesi gereken bir canavardır. Frankenstein ise yarattığı canlının sorumluluğunu almak istemez ondan adeta kaçar. Yaratık kendisine işkence eden ve kötü davranan Fritz'i öldürdüğünde onu yok etmeyi kabul eder. Yaratık kendisine ilk defa iyi davranan küçük Maria ile oynarken istemeden olsa da onun ölümüne sebep olur ve şaşkınlıkla oradan kaçar. Boris Karloff'un canlandırdığı canavar aciz, korkutuculuktan uzak ve içinde bulunduğu toplum tarafından dışlanması yönüyle romandaki yaratığa benzer.

CoF'da ise yaratık ilk doğduğu anda bile kötüdür. Görür görmez yaratıcısına saldırır sebepsiz yere kör bir adamı ve Frankenstein'ın sevgilisi Justine'i öldürür. 1931 yapımı film ile tek benzerliği ikisinde de yaratığın kötücül ve agresif davranışlarının sebebi olarak onlara takılan hasar görmüş beyin gösterilir. CoF'daki yaratık ayrıca diğer Frankenstein filmlerinin aksine çok az yer alır. Filmdeki ilk görüldüğü an filmin ortalarına tekabul eder. Sahnede gözüktüğü anlarda ise ya bir cinayet işliyordur ya da öldürülüyordur.

1931 yapımı film 1929 bunalımından sonra ortaya çıkmıştır ve 262.000 $ bütçesi olmasına rağmen 12 milyon $ gibi inanılması güç bir hasılat yakalamıştır. CoF ise 1957 yılında gösterime girdiğinde box office de büyük başarı sağlamıştır. İki filminde savaş sonrası ekonomik buhran dönemlerinde çıkması ve bu derece başarılı olması bir tesadüf olabilir mi? BFI Companion to Horror, 50 lerin bilim kurgu filmlerinin soğuk savaşın paranoyasının yol açtığı bir durum olduğundan ve Peter Cushing'in oynadığı Baron Frankenstein'ın atom bombasını yaratan bilim adamının metaforu olduğunu söylüyor.(2)

1930lu ve 1940lı yıllarda sansürün Amerika'da çok etkili olması sebebiyle ilk filmde korkunç ve kanlı sahneler kullanılmaz. Hatta film gösterildiği sırada en önemli sahnelerden biri olan yaratığın kızı öldürmesi bile sansürün gazabına uğrar. Aksine CoF ise o zamanın koşullarına göre oldukça gore(kanlı vahşet içeren) ve korkunç sahneler içerir. Film eleştirmeni Bill Warren'e göre Hammer studyosu Gothic filmler cekmekten ziyade Grand Guignol ( 19. yy sonlarında pariste açılmış ürkütücü cinayetler abartılı ölüm öyküleri anlatan tiyatro) ekolunu takip etmişlerdir. CoF korku türünü gösterilmeyenden korkulmasından gösterilen ile korkulması şeklinde evrimleştirmiştir.

İki filmde gösterildikleri dönemde bolca tartışılmış, büyük başarı kazanmış ve zamanlarına göre türlerinin prototipi olmuş eserler. Ayrıca iki filmde mad scientist ( çılgın bilimadamı) alt janrının önemli yapıtaşları sayılırlar ve sayelerinde bir çok devam filmi çekilmesini sağlamışlardır.


1- Universal çok sonraları 2004 yılında Van Helsing adlı filmde Frankenstein'a tekrar göz kırpacak.

2- The BFI Companion to Horror. London: British Film Institute, (1996.85)

OTAKU: ALTKÜLTÜRÜN JAPON HALLERİ

Bu da birkaç sene önce bir sinema dergisinde çıkan yazım. Her yere gönderiyorum burada da dursun. site zengin gözüksün.



Her ne kadar batıda anime, manga fanatizmi olarak bilinse de,Otaku’nun kapsamlı tanımı; ilk olarak 70’lerin sonunda ortaya çıkan savaş sonrası Japon altkültürlerinden -manga, anime, sci-fi,bilgisayar, hacking- etkilenen kültürel grup olarak ifede edilebilir. Otaku’nun, Japonya’nın modern kültürünün analizinde bu kadar önemli olmasının nedeni, sadece ortaya çıkan sanat yapıtlarının bu kültürden kaynaklanması değil, Otaku zihniyetinin sosyal hayatı derinden etkilemiş olmasıdır. 1995 yılında Tokyo metrosuna zehirli gaz saçan tarikat lideri Aum Shrinrikyo’nun 80’li yıllardaki animelerden etkilendiğinin bilinmesi, otaku jenerasyonunun terörizme rağmen Shrinrikyoya açıkça sempati duymasını engellememişti. Çoğu Japon, Otaku’yu; tüm vakitlerinde manga ve animeyle uğraşan; hayatlarını bilgisayar başında geçirirken sosyal aktivitelere yok denecek kadar az yer ayıran anti-sosyal, sapkın ve bencil insanlar olarak görüyordu. 1989 yılında Japonya’nın ünlü seri katili Tsutomu Miyazaki’nin yakalandıktan sonra tipik bir otaku olduğunun anlaşılması, bu kanıyı iyice güçlendirdi. Politikacılar ve gazeteciler Otaku’yu yeni yetişen ‘no-future’(geleceği olmayan) jenarasyonunun seks ve şiddet takıntısının sembolü olarak gördüler.

Peki Japon insanı – daha spesifik olmak gerekirse Japon gençliği- nasıl bu duruma geldi? Bu sorunun cevabını alabilmek için daha gerilere gitmemiz gerekir. İkinci dünya savaşı sonrası Japonya yeniden yapılanma sürecine girdi. 50’li yıllardan başlayarak artan Japon milliyetçiliği ve çalışkan Japon insanının çabası sayesinde, Japonya kısa sürede hızla gelişen bir ülke konumuna geldi. Buna rağmen Japonlar, savaş sonrası travmayı ve atom bombasının izlerini tam olarak üzerlerinden atamadılar. Modernleşme ve batılılaşmanın etkisi olarak kendi geleneklerini, kültürlerini reddeden yeni nesil, Nihonjin-banare (dejaponize olma) denen Japon’dan çok batılı veya beyaz ırktan olma isteğindeydi. Bu sayede manga ve animelere ilgi artmaya başladı. Animelerdeki karakterler yuvarlak ve büyük gözlü, uzun boylu ve rengarenk saçları olan insanlardı ve bu karakterler batılı gibi davranıyor, onlar gibi konuşuyor ve onlar gibi tepki veriyorlardı. Bu durum bilimkurgu yazarı Arthur C. Clarke’ın insan ırkının yok olduğu nükleer savaştan sonra dünyaya gelen uzaylıların insan türünü araştırmak için Walt Disney stüdyosuna gitmelerini anlatan hikayesine benziyor. Benzer şekilde, Japon insanı da kendilerini çizgi karakterler ile özdeşleştiriyordu. Bu noktadan tarihsel olarak ileriye bakarsak, Otaku’yu ekonomi ve kültürün birbiriyle sıkı ilişki içinde olduğu Japonya’ya özgü, bir sosyal fenomen olarak da görebiliriz. Başka bir deyişle; 50’li yıllardan 80’lerin ortasına kadar hızla büyüyen ekonominin sonucunda ekonomik başarıyı ve batılılaşmayı savaşın travmasını üzerlerinden atmak için anahtar olarak gören bir toplumun içinden çıkan bir altkültür.

90’lı yılların başında ise ekonomik bunalıma giren ülkede, işsizliğin artması ve borsanın düşüşü toplumun her kesiminde huzursuzluk yarattı. Ekonomideki bu düşüş insanların moralinin bozulmasına sebep oldu. Aynı yıllarda durgun olan sinema sektörü düşük bütçeli korku filmleri ile ayaklandı. 1990 Mayısında 37000 civarlarında gezinen Nikkei(Tokyo borsası) 2001 sonunda 8000 lere kadar geriledi. Bu on yıllık periyotta Evil Dead Trap 2(Shiryo no wana 2: Hideki,1991), Atrocity(Ooru naito rongu,1992), Atrocity 2(Ooru naito rongu 2: Sanji,1995), Halka (Ringu,1998), Inner Senses, Audition, The Eye, Katil İtchi(Koroshiya 1,2001) Ölüm Oyunu (Batoru Rowaiaru,2000) gibi filmler yapıldı. Hem Japonya’da hem dünya üzerinde geniş hayran kitlesine sahip olan yeni dönem korku filmlerin hemen hepsinin bu ekonomik düşüş ile bağlantısının olduğunu söylemek çok zor olmasa gerek. Benzer bir olay Amerikada 1930-1933 yılları arasında gerceklesmişti; Dracula, Dr. Jekyll ve Mr. Hyde, The Mummy ve King Kong filmleri de, Amerikan ekonomisi düşüşe geçtiği sıralar yapıldı. Japonların moral bozukluğu korku filmlerine ilginin artmasına yol açmış olabilir mi? Kesin olmamakla birlikte en azından istatistikler bize bunu söylüyor. Sebebi ne olursa olsun 90’ların sonunda Japonya’da gişe yapan filmlerin pek çoğu korku ve anime türündeler. Toplumdaki bu genel huzursuzluk ve karamsar atmosferin içinde Otaku altkültürünün, kendi köklerini sağlamlaştırarak büyük bir ivme ile mainstream’i(anaakım) etkilemesi kaçınılmazdı. Başka bir deyişle, yeni dönem korku filmlerinin yönetmenlerinin çoğu Otaku kültürünün içinde büyümüş, az yada çok bu kültürden etkilenmiş bir kuşaktan geliyorlar. Bu yeni kuşak korku filmleri yönetmenleri içinde en bilinenleri olarak Takashi Miike, Hideo Nakata,Takashi İshii ve Shinya Tsukamoto’yu sayabiliriz. Nakata’nın Halka efsanesinden sonra korku filmlerindeki artış şaşırtıcı boyutlara vardı. Ertesi yıl Satoshi Kon’un türünün (psikolojik gerilim)ilk örneği olan Perfect Blue(1997) adındaki animesi de vizyonda hatırı sayılır bir başarı elde etti. Korku filmlerinde; geleneksel hayalet hikayelerinin çeşitliliğini ve mangada bulunan şiddet ve korku öğelerini(vampirler, canavarlar, vs) konu bakımından ana damarlar olarak görebiliriz. Tsukamato’nun Tetsuo:The Iron man ve Miike’nin Katil Ichi filmlerinin birebir manga uyarlamaları olarak görülmesi ve Takashi İshii’nin eskiden manga çizeri olması da manga ve korku filmleri arasındaki ilişkinin ne kadar sıkı fıkı olduğunu belirtmek açısından önemli birkaç örnek.

Dünyanın çeşitli festivallerinde Japon korku filmlerinin ve animelerin gösterilmesi, Oscar ödül töreninde en iyi animasyon filmi ödülünün bir animeye –Ruhların Kaçışı(Sen to Chihiro no kamikakushi,2001)- verilmesi, Halka’nın yeniden çevriminden sonra Hideo Nakata’nın Amerika’da başka bir film çekmek için anlaşması, Matsuo Harada ve Shinya Tsukamato’nun filmlerinin (Gunners, Tetsuo)yeniden yapım haklarının Hollywood stüdyolarınca satın alınması, bir başka deyişle bütün dünyada giderek artan bu anime çılgınlığı; Otaku kültürünün hepimizi nasıl etkilediğini gösteriyor.